ŞEHRİN HÂMİSİ

Girizgâh (İstanbul’un Dilinden) Üç yüz bin sene önceydi, tenimde her gün yaşadığımdan farklı garip bir sıcaklık ve hafif kıpırdanmalar hissettim. Daha öncesini sorarsanız uyur uyanık bir halde âlemimde sadece kendimi dinliyordum. Yedi tepede yedi gök, yedi arzda yedi yer katmanı tenimde türlü dokunuşlarla bana tesir ediyor ve her dokunuş bir öncekinden değişik bir his uyandırmıyordu. O gün önce müfrit bir yağmur gök kubbeyi delercesine uzun bir müddet beni yıkadıktan sonra hava dinginleşerek gökyüzünden bulutlar eksilmeye ve bulutların ardından güneşin olgun yüzü ışık hüzmeleriyle birlikte belirmeye ve yüzeye düşmeye başladı. Bu vuzûh iklimi pek az bir zaman sonra tüm mahlûkatı çevreleyerek içine aldı. Tenimde yapay bir cennet vuku buldu desem inanın bu bir hata olmaz. İlk olarak dallarda kuşların her nevinden sâzendeler ve hânendeler büyük bir kutlama havasında bu yeni iklimi karşıladılar. Yankı yankı bu bayram havası devam ederken ardından kümeler halinde diğer hayvanlar bu eşsiz neşeye ortak oldular. Dallarda yapraklar özgürlük için sallanan bayraklar misali oynaşıyor, akarsular her zamankinden farklı çağlıyordu. Damarlarımda hissettiğim bu cereyan; rûhumu bambaşka, bilmediğim, görmediğim, târifi imkânsız bir şekilde sarhoşluk hissine benzer bir biçimde etkiledi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, çünkü üç yüz bin sene boyunca bu duyguyu hiç tatmadım!    I.BÖLÜM (GİZEMLİ KİTAP) Süleymaniye Kütüphanesi’nin tozlu rafları arasında geziniyordu Kâtib-i Kütüb Osman Efendi. Gözleri daha önceden hiç rastlamadığı eski bir elyazmasına ilişiverdi. Cilt kapağının üzerinde mitolojik bir şekil olduğunu düşündüğü altın yaldızlı bir ejderha figürü vardı. Kitabı eline alıp üzerindeki tozu silkeledi önce, ardından kapağı kaldırıp kitaba şöyle bir göz attı. Kütüphanenin binlerce kitabı teker teker elinden geçmişti fakat bu elyazmasını hiç görmemesi çok garipti. Üstelik kütüphaneye kaydı bile yapılmamıştı. Kütüphaneye gelen her kitabın üzerine özel bir kart yapıştırılıp fihristlere kaydedilirdi. Osman Efendi fihristlerin muhafaza edildiği kütüphane odasına koşar adım giderek fihristleri karıştırmaya başladı. Fihristte kitabın ismi, müellifi, dili, hattın cinsi, satır ve varak adedi kısacası kimliği yazılmaktaydı. Ne kadar aradıysa da maalesef kitaba ait herhangi bir kayda rastlamadı. Bu kitap ne zaman, kim tarafından buraya getirilmişti çözemedi. Osman Efendi kitabı eline alıp kütüphanedeki odasına giderek çalışma masasının üzerine koydu. Galatalı Recaî’nin bedii sanatların fevkinde öd ağacından yapılma kâtibi kalemtıraşlarından birini alarak kalemini tıraşladı. Elindeki kalemtıraşın Galatalı Recaî’ye ait olduğu, tığ ile öd ağacını birleştiren kısmı kaynaştıran altın pırazvanasının yakınında bulunan armut şeklindeki kabartmasından anlaşılıyordu. Cilt kapağın altındaki baş sayfada büyük harflerle ve güzel bir el yazısıyla  “DRACO VENATOR ET PRAESES KONSTANTINOPOLIS, SANCTUS GEORGIUS” yazıyordu. Yeni tıraşladığı kalemini eline alıp defterine not etti bunları. Çözebildiği sadece kitabın İstanbul ile alakalı olabileceğiydi. Latince olarak yazıldığını tahmin etti. Bu dili sadece Hâfız-ı Kütüb Nurullah Hamza Bey biliyordu, fakat kendisi kütüphanede olmadığı gibi vakit de bir hayli geç olmuştu. Kitabı yanına alan Osman Efendi Vefâ’da Molla Gürânî Câmii’nin bulunduğu Tirendaz Sokak’taki evine doğru yola çıktı. Akşam olmuş, Osman Efendi eve gelir gelmez zevcesi Ümmü Gülsüm Hanım’ın yaptığı güzel yemekleri yemiş ve yatsı namazını kılmıştı. Yatarken yatağın başucuna koyduğu kitabı tekrar eline alıp sayfaları arasında şöyle bir gezindi. Önce kitabı kapatıp daha sonra duvarda asılı duran gaz lambasını üfleyip söndürdü. Gece yatağından heyecan ve korkuyla zıplayarak uyandı. Rüyâsında Hızır Aleyhisselam kendisine üzerinde ejderha figürü olan bulduğu kitabı uzatarak “Osman Efendi, bu kitabı bizzat ben yazdım. Nasıl biz bu şehri koruyorsak sen de bu kitabı öyle koru; ben sana emanet ediyorum sen kimseye emanet etme” deyip aniden kaybolmuştu. Uyandığında yatarken başucuna koyduğu esrarengiz kitap ürkütücü bir şekilde ellerinde duruyordu. Bu durum Osman Efendi’yi daha da derin bir korkuya sürükledi. Vücudunun her yeri terlemiş, uzun bir süre koşmuş gibi soluk soluğa ve muhatara içinde ürkmüş bir vaziyetteydi. Sabah ezanı okunup güneş usulca gökyüzünden yeni yüzünü İstanbul’a göstermeye başlarken Osman Efendi camın kenarında gözleri uykusuzluktan kan çanağına dönmüş bir şekilde yaşadıklarına bir anlam vermeye çalışıyordu. Güneşin ilk huzmeleri evinin penceresinden sökün edip içeriyi aydınlatmaya başladığında kitabın üzerindeki ejdarha figürünün altın yaldızları parıl parıl parlayarak uykusuz gözlerine aksetti. Gözleri belli bir müddet ejderha figüründe asılı kaldıktan sonra içi ürpererek kitaba uzandı ve kitabı yeniden karıştırmaya başladı. İçinde tanıdık bir kelime, bilindik bir sıfat ve yahut da kestirebildiği bir nitelik arıyordu. Bulamadı! Sabah erkenden kafasında cevabını bulamadığı meçhul suallerle Vefa semtinin dar sokaklarından Cibali’ye doğru yağmurlu bir havada evlerin kuytu cumbalarının altından usul usul Süleymaniye’ye uzandı. Kütüphanedeki ilk işi kitapların kayıtlarını fihristlerden inceleyerek Hızır Aleyhisselam ile ilgili vesikalara ulaşmak oldu. Onunla ilgili bildiği sadece halk arasında dilden dile dolaşan esrarengiz hikâyelerdi. Konuyla ilgili en sarih kaynaklardan birinin Şarih Aynî’nin Tarih-i Kebir’i olduğunu ve Hızır Aleyhisselam’dan uzun uzun bahsettiğini öğrenir öğrenmez kitabı alıp gözlerini kırpmamacasına dikkatle kitabı okumaya koyuldu. Kitapta Hızır Aleyhisselam’ın yaşadığı delilleriyle mevz-u bahis ediliyordu. Onun nasıl tanınacağını, kimlere niçin gözüktüğünü, hakkında rivâyeten anlatılanları kapsayan kitapta Hızır Aleyhisselam ile alakalı Kur’an’dan ve hadislerden örnekler veriliyordu. Bu kitabı masasında özel bir yere koyup bir de İmam-ı Buharî’ye göz atıp onun görüşlerini okumak istedi. Sırasıyla Eet-Tevârîhu’l Ensâb, Abarü’s Sifat ve Tarihü’l Kebir’i oldukları yerlerden çıkarıp masasına özenle yerleştirdi. Vakit geç olduğu için eve döndü. Ertesi günü takip eden üç hafta boyunca bu üç kitabı da dikkatle okumaya devam etti ve önemli gördüğü noktaları tek tek defterine not etti. Buharî Hızır’ın fiili olarak öldüğünü bununla birlikte rûhanî olarak ebediyete kadar var olacağı, bu dünyadayken de ledünnî ilimlere sahip olduğu, devrinin en âlim kişisi olarak Hz. Musa’nın en yakın arkadaşı olduğunu kitaplarının belli başlı yerlerinde belirtiyordu. Rûhanî olarak var olan Hızır’ı rüyâda görmenin ehli olan kimse için mânevi ilim ehli olmaya yahut ince ve çetin imtihana tabi tutulmaya delalet ettiğini söylüyor ve ekliyordu “Onu rüyâda görmek gerçekten de görmek gibidir, çünkü o dünnî değildir.” Osman Efendi’nin ela gözleri heyecan ve şaşkınlıkla satırların arasından hızlıca geçiyorken hala inanamıyordu. Bir taraftan önemli gördüğü noktaları not alıyor, bir taraftan da okumaya devam ediyordu. Buharî kitabın bir yerinde şöyle bir ifade kullanmıştı: “Hızır yeşil demektir.” Durup düşündü. Ejderha figürlü kitabın cildinin kuzgûnî yeşil renkte olduğunu hatırlayarak büyük bir heyecana kapıldı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi Osman Efendi’nin. Hele o gece, rüyâdan sonra başucuna koyduğu kitabın uyandığında ellerinde olması! Kafasındaki soruların cevabını çözemiyor, çözemedikçe de sabırsızlanıyordu. Kitabın dilini çözmeliydi. Akşam eve gittiğinde üç haftadır elini sürmediği kitabı tekrar alarak sayfalarındaki yabancı kelimelerin arasında saatlerce düşünerek dolandı. Kitabın iç kapağındaki başlıkta önemli bir kişi olduğunu düşündüğü Sanctus Georgius kimdi? Vakit gece yarısını geçtiğinde ay aydınlığı odasına sızarken derin bir uykuya daldı. Uykuya dalarken gerçekten Hızır’ın ona geldiğine inanmıyor bütün bunların bir hayal ya da garip tesadüfler olabileceğini düşünüyordu. Yeniden esrarengiz bir rüyâyla yatağından zıplayarak uyandı. Rüyâsında bazen yaptığı gibi Ayasofya Câmii’ne Cuma namazını kılmaya gittiğini fakat vakit gelmiş olmasına rağmen içeride sadece bir kişinin olduğunu, minberin sağ tarafında arkası dönük ve üzerinde yeşil bir hırka giymiş bu kişiye doğru merakla yaklaşıyorken onun kendisini arkasında fark ederek kafasını hafifçe sağına çevirip “537.Sayfa, 537″ dedikten sonra birdenbire kaybolduğunu görmüştü. O kişi kafasını sağına çevirdiğinde sadece yandan bembeyaz ve göğsüne kadar uzanan sakallarını görebilmiş fakat yüzüne vuran keskin ışıktan sîmâsını fark edememişti. Yüzündeki yoğun ışık çemberi önce büyümüş ardından içine doğru daralarak aynı anda o kişinin bütün sûretiyle birlikte kayboluvermişti. İşte o anda uyandı. Uyanır uyanmaz hemen kitabı eline alarak 537.sayfayı aceleyle açtı. O sayfada ikiye katlanmış bir kâğıtta şunlar yazıyordu: “Allah’ın ne zaman kime ilim nasip edeceği bilinmez. Bizim kim olduğumuzun ispatını Kehf 65’te bulabilirsin. 537 sayısı da sana yol gösterecek. İlerle.”  Titreyen ellerindeki kâğıt gibi yüreği de rüzgâra direnen bir yaprak misali sallanıyordu. Evdeki Kur’an-ı Kerim’i alıp hemen Kehf Suresi’ni açtı ve altmış beşinci ayeti buldu. Şöyle diyordu: “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” Bu kul Hızır Aleyhisselam olmalıydı. Onu yeşil hırkasından tanıdı. Bütün bu yaşadıklarının bir hayal ve ya tesadüf olmadığına o vakit kanaat getirdi.     II. BÖLÜM (AZİZ GEORGİUS İLE TANIŞMA) Kafasındaki sorulardan birinin cevabını bulurken bir başka yeni soruyla eksilen soruların yeri doluyordu. Yaşadıklarından ne kütüphanedekilere, ne eşine dostuna ne de evdekilere bahsetmişti. Belki de ona deli derlerdi bütün bunlar için. Buharî’nin dediği gibi ya çetin bir imtihâna tabi tutuluyordu ya da manevi bir ilim sahibi olacaktı. Osman Efendi daha çok bunun çetin bir imtihân olduğunu düşünüyordu. Kaderci bir yaklaşımla işi Allah’a bırakmaya karar vermişti. Allah neyi gösterirse onu görecekti. Araştırmaya devam etti. Hristiyan literatüründe Aziz Georgius isimli bir kumandanın putperest Roma imparatoru Diaklitios’a karşı İsa’nın dinini savunduğu için öldürüldüğünü ve o öldükten sonra onunla ilgili efsaneler türetildiğini, İslam dinindeki Hızır Aleyhisselam gibi bir değere sahip olduğunu kütüphanede Aziz Georgius’u araştırdığı yabancı kaynaklardan, Osmanlıca’ya çevrilmiş kitaplardan öğrendi. Fakat bilgiler çok sınırlı ve yüzeysel olduğu için daha detaylı araştırmaya karar verdi. Hızır ve Aziz Georgius bağlantısı gerçekten de çok ilginçti. Demek ki Hızır yüzyıllar boyunca farklı isimlerde bilinen bir velîydi. Sürekli olarak kütüphaneye gelip giden Ayios Yeoryios Manastırı’nda bir keşişin yardımcılığını yapan Dimitrius adında bir rahip vardı. Kütüphaneye haftada bir iki kere uğrayıp o keşişe kitaplar toplayıp manastıra taşıyan o rahibi bulup onunla konuşmaya karar verdi. Mutlaka Dimitri’nin Aziz Georgius ile ilgili bilgisi olmalıydı. Bir cuma günü Süleymaniye’nin aziz kubbesi altında Kur’an’ı en güzel şekilde tilâvet eden hocaların rûhu mânevîyatla boyayan kırâatları ve müezzinlerin üç kıtada okunamayacak kadar müstesnâ makamlarıyla Cuma namazını kıldıktan sonra manastıra gitmeye karar verdi. Haliç’in büyülü manzarasına hâkim bir tepede Çarşamba semtine pek yakın bir yerdeki manastır Rum Ortadoskslarının merkezi olarak kabul ediliyordu. Osman Efendi gri şalvarının üzerine kadar uzanan beyaz setresinin eteği İstanbul’un yaz mevsiminde bu tepeye vuran en tatlı yeliyle arkasında dalgalana dalgalana Fener semtinin dar yokuşlarından aheste aheste manastıra uzandı. Arnavut kaldırımlı, taş bordürlerle döşeli, her evin bahçesinde günün her vakti güneşi süzen ağaçlık Fener sokaklarından büyülü bir havayı teneffüs ederek geldiği manastırın bahçesinde bir müddet siyah pelerinleri, giydikleri haç işlemeli kıyafetleri, gömleklerinin altından başlarını kapatan geniş kapüşonlarıyla manastırı turlayan rahipleri izledi. Biraz önceki esrarengiz hava burada yerini kasvetli bir iklime bırakmış, siyah renklerle güneşi içine alıp kaybetmişti. Osman Efendi ağır adımlarla bu kasvetli iklime ayak uydurup kiremit renkli manastırın ana giriş kapısına doğru yürüdü. Kapıda duran bir rahibe yönelerek: – Dimitri’yi nerede bulabilirim? diye sordu. Rahip endişeli gözlerle onu tepeden aşağı süzerek ilgisizce: – Kapıdan içeri girin soldaki ilk kapı, diye cevapladı. Osman Efendi ana giriş kapısından manastırın büyük bir İsa, Meryem Ana ve bazı azizlerin ikonalarıyla süslü orta kapısına uzanan kırmızı halının üzerinden yürümeye başladı. Bu büyük salonun her iki tarafında simetrik olarak binayı ayakta tutan mermer sütunlarının arasından ve devâsâ bir avizenin altından geçerek İsa ve Meryem Ana resmine kadar yürüdü. Duvarlarında bir kapı genişliğinde yan yana dizilmiş altın renkli ufak sütunlar bulunan ve sütunların etrafına bir yılan gibi sarılmış çiçek ve yaprak kabartmalarıyla gayet görkemli duran orta kapının önünde biraz etrafı inceledi. Orta kapının sağ tarafında duvara 3 metre uzaklıkta ve dik yerleştirilmiş yüksek, dört merdivenle çıkılan, üstü yarım kubbe biçiminde kapalı, tepesinde hac bulunan bir kürsü bulunduğunu gördü. Kürsünün çatısının her iki üst tarafında yine kapının duvarlarını süsleyen sütunlarınkine benzer kabartmalarla süslü büyük ve sade tekli şamdanlar vardı. Aynı şamdanlardan her iki büyük mermer sütunun üzerinde de olduğunu fark etti. Ortadaki avize neredeyse yere kadar uzanıyormuş hissi uyandırıyordu. Orta kapının iki yan tarafında kocaman üçlü mum şamdanlar vardı. Kapının tam ortasında güneşe benzeyen altın yaldızlı bir kabartma hemen altında büyük bir hac işareti bulunmaktaydı. Osman Efendi bir manastırın bu kasvetli ve şâşaalı atmosferiyle bir câminin huzurlu ve sâde iklimini mukâyese ederek orta kapıdan içeri girdi. Soldaki ahşap kapının üzerindeki tokmağa iki kere hafifçe tıklattı. Kapıyı krem rengi etrafı işlemeli cübbesiyle Dimitri açtı. Yüzünde tanıdık bir yüze beklenmedik bir yerde tesadüf etmenin verdiği şaşkınlıkla: – Hoş geldin Osman Efendi, bu ne güzel tesadüf. Seni burada görmek ne şeref. Buyur içeri gir, dedi. Osman Efendi onun şaşkınlığını mazur görerek: – Hoş bulduk rahip Dimitri. Sağolun. Sizlere bir sorum vardı o yüzden uğradım, diyerek onun selamını aldı. Dimitri Osman Efendi büyük masasının önündeki küçük sehpanın önündeki sandalyeye otururken merakla sordu: – Kitaplarla mı alakalı ziyaretiniz? – Pek sayılmaz. Size birini sormaya geldim. Dimitri daha da meraklanarak yeniden beklenen soruyu yöneltti: – Kimdir acaba? – Aziz Georgius. Dimitri ismi duyunca heyecanla içinden bir dua okuyarak istavroz çıkardı. Şaşkınlıkla Osman Efendi’ye dönerek neden bu azizi merak ettiğini sordu. Osman Efendi cebindeki not defterini çıkartıp aldığı notları Dimitri’ye uzattı. Dimitri dikkatle alınan notları okudu. “Draco venator et praeses Konstantinopolis, Sanctus Georgius” diye notu iki defa fısıldayarak okudu. Osman Efendi’ye dönerek: – Latince bu yazılar. Nereden aldınız bu notları? diye merakla sordu. Osman Efendi tereddüt edip biraz duraksayarak: – Bir kitaptan yazdım bunları. O dili bilmediğim için çözemedim. Aslında ben Hızır Aleyhisselam’ı araştırırken bu isme rastladım ve merak ettim. Bizdeki kitaplarda Aziz Georgius ile alakalı çok az bir bilgi var. Kimdir bu aziz? Ayrıntılı bilginiz var mıdır, Rahip Dimitri? diye sordu. Rahip Dimitri ayağa kalkarak: – Beni takip edin. Sizi biraz katedralde gezdireyim. Dimitri onu büyük bir resmin önünde durdurdu ve anlatmaya başladı: – Patrik IV. Parthenyus 1657’de Ortadoksların lideri olup buraya geldiğinde İtalya’nın Cenova kentinde yaşayan ünlü ressam Giovanni Benedetto Castiglioni’nin 1655’te yaptığı işte bu ünlü resmi buraya getirtti. Resmin adı “Saf Gebe Meryem” Osman Efendi resmi dikkatle inceledi. Resimde Meryem Ana ay üzerinde göğe yükselmiş olarak betimlenmiş ayaklarının dibindeyse iki insan figürü çizilmişti. Bu figürlerdekiler tıpkı İsa’nın havarileri gibi giyinmiş muhtemelen Hristiyanların azizlerindendi. Resim oldukça geometrik bir resimdi. Dimitri anlatmaya devam etti: – Meryem Anamız ayın üzerinden yükselirken çizilmiş, ayakucundaki iki figür ise Assisi’li Aziz Francis ve Padova’lı Aziz Anthony. Parlak ışık kaynağı olarak vurgulanan ay motifi saf ve temiz gebeliği işaret eder ve Meryem figürünü aydınlatan ışığın etkisiyle resimdeki diğer figürler de aydınlanır. Resimdeki melekler ve bulut figürleri Meryem’in göğe yükselişini anlatıyor. Daha sonraki yıllarda Patrik birkaç defa bizzat Cenova’ya kendisi giderek bizim için önemli olan bazı azizlerin ve azizelerin ikonalarını da bu ressama çizdirdi. (Eliyle karşıdaki duvarı işaret ederek) İşte onlar da burada. Onu duvarın tam ortasında duran büyük bir resmin önüne götürmüştü. Yüzünde hafif bir tebessümle: – İşte Şehit Aziz Georgius. Tanıştırayım, dedi. Osman Efendi bütün dikkatini toplayarak iki üç dakika resme bakakalmıştı. Dimitri özenle anlatmaya devam etti: – Ve Georgius’un iki yanında Aziz Nikolaos, Aziz Hristoforos ve Azize Varvara, Azize Ekaterini’nin temsili resimleri var. Ayrıca Azize Effimia hemen yanlarında duruyor. Tanrı rûhlarını şad etsin. Osman Efendi hiç birini tanımıyordu. Aslında hepsinden çok sadece birini gerçekten merak ediyor, hakkında daha fazla bilgi edinmek için sabırsızlanıyordu.   III. BÖLÜM(ZALİM İMPARATOR DİOKLİTİANOS) 280 yılında bir bahar mevsimi ovalarda çiçekler yeniden açmaya başlayıp kuşların cıvıl cıvıl ötüştüğü bir kuşluk vakti Kapadokya’da küçük ve taş bir evde dünyaya gözlerini capcanlı ve masum açan bir çocuk doğmuştu. Babası hükümdarın hizmetinde çalışan bu gürbüz erkek çocuğu hâneye bir güneş gibi doğdu. O daha 3 yaşına gelmemişken babası amansız bir hastalıktan dünyaya gözlerini kapadı. Annesi onu alıp memleketi olan Lidda’ya götürdü. Lidda şehri Filistin’de ufak ve şirin bir kentti. Küçük yaşlarından beri annesi ona hep İsa’nın dinini anlatmış ve İncil’in ışığıyla onu tertemiz yıkamıştı. Bu oğlan büluğ çağına geldiğinde ölen babası gibi askerlik görevini seçmişti. Bu seçiminde babası kadar annesinin de büyük payı vardı. Annesi ona her gece yatarken İsa şehitlerinin kahramanlıklarını anlatıyor, onun yüreği ise bu hikâyelerin etkisiyle târifi imkânsız kutsal duygularla yeşeriyordu. Böylelikle o da böyle bir kahraman olmaya özendiği için askerlik görevini seçmişti. Genç yaşına rağmen Roma İmparatorluğu’nu yeniden dirilten Dioklitianos’un ordusunda yüksek rütbeliler arasında konuşulan ve gıpta ile bakılan bir kumandan olmuştu. Onun üstün meziyetleri, açıkgözlülüğü, zekâsı ve faaliyetleri ona böylesi bir şöhreti getirmişti. Onun bu kıskanılacak özellikleri yanında dillere destan bir güzelliği ve delikanlılığı da vardı. Henüz yirmi yaşına gelmişken ona binbaşı rütbesi verildiği için “Başkomutan” denilmekteydi. Kısa bir zamanda çok yükseklere erişmişti. Onca şöhrete ve yüksek rütbelere rağmen o samimi bir inanan, iyi bir Hristiyan’dı. Kendini boş heveslere kaptırmayan bu şerefli subay fakir ve muhtaçlara yardım etmede de önde giden bir insandı. Herkese sevgiyle yaklaşır ve ümitsizliğe kapılmış olanlara da moral verirdi. Bu büyük kumandan “Binbaşı Georgius”tu. Roma İmparatoru Dioklitianos İsa’nın dinine tabi olanlar ve inananlara kin ve nefretle dolu birisiydi. Tahtını sağlamlaştırdıkça her geçen gün ülkede yaşana Hristiyanlar için daha da zorlaşıyordu. Bir gün Apollon Tapınağı’nda putlara kurban kestikten sonra ülkedeki bütün üst rütbelilere bir fermanla haber yollamıştı. Fermanda şöyle diyordu: “Büyük Roma’da yaşayan her kim ki putlara kurban vermezse katledilsin.” İmparator özellikle Hristiyanlar için onların işkence edilip öldürülmelerini emrediyordu. O sıralarda Anadolu’da büyük bir Hristiyanlık dalgası başlamıştı. Georgius kendisine imparator tarafından iletilen fermanı eline alır almaz yırtıp atmış ve kendi bölgesinde istenilenleri yerine getirmemişti. Anadolu’da hızla yayılan dalga haberleri imparatora sıklıkla ulaşmaya başladığında imparator Apollon Kâhinleri’ni sarayına acilen çağırtıp ne yapması gerektiğini sordu. Kâhinler bu soruya sual olarak hiçbir yanıt veremediler. Çünkü dünyanın adilleri gerçekleri söylemelerine engel oluyordu. Bu adiller Hristiyanlardı. İmparator hiddetle ayağa kalkıp ayaklarını tahtının zeminine güçlü bir şekilde defalarca vurduktan sonra gözlerinden ateş çıkarcasına: – Ülkemdeki bütün Hristiyanları yok edeceğim, diye and içti. Krallığın merkezi olan İzmit’te Dioklitianos böylesi canice planlar kurarken Georgius kendi bölgesinde emirleri yerine getirmemiş ve bütün varlığını sattıktan sonra zor durumda olan inanmışlara dağıtmıştı. Bütün üst rütbelileri sarayına çağıran imparator korkunç emirlerini saydırırken, Georgius dayanamayıp ayağa kalktı: – Kral hazretleri sizin bu yaptığınız büyük bir cinayettir. Hristiyanlar size herhangi bir kötülük yapmadan siz onları canice katlediyorsunuz. Oysa onlar ne için yaşayıp ne için öldüklerini iyi biliyorlar, onlar aydınlığa ve kurtuluşa yakın olanlardır. Bunu kabul edin Kralım! Siz cinayette bulunuyorsunuz. Ben İsa Mesih’e inandığım günden bu yana kendimi hiç olmadığım kadar rahat ve bahtiyar hissediyorum. Dioklitianos büyük bir şaşkınlıkla binbaşısının bu sözlerini sessizce dinledi. Söz bittikten sonra tahtından yavaşça kalkıp Georgius’a cevaben seslendi: – Kahraman Binbaşım! Benim hiç bir askerimin Hristiyan olamayacağını bilip de mi bu sözleri sarf ediyorsun? Yazıklar olsun sana! Gençliğinin baharındasın, hayat seni çağırıyor. Bu yaptığın az ve küçük bir şey değil, bunun ölüm demek olduğunu biliyorsun. Bu aptallığınla parlak rütbeni öldürme! Georgius tavrını değiştirmeden sakinlikle devam etti: – Kral Hazretleri, İsa Mesih’in bahşettiği ve Yüce Allah’ın bize hürmetkârca sunduğu mutluluktan başka mutluluk yoktur. Diğer mutlulukların hepsi yalandır. Kral son kez konuştu: – Georgius, ne kadar çabuk fikir değiştirirsen senin için o kadar iyi olacaktır. Georgius: – Hayır Kralım! Fikrimi asla değiştirmeyeceğim. Karanlık için sonsuz ışığımı kaybetmeyi göze alamam. Bu yaşananlardan sonra büyük salonda yüksek rütbeliler arasında acayip bir kargaşa yaşandı. Dioklitianos haykırarak onu yakalamalarını emretti. İşkencecilerini hazırlattırıp onu sarayın meydanına herkesin görebileceği yüksekçe bir direğe bağlattı. Önce kırbaçlarla sırtına saatlerce sert darbeler vurdular. İşkenceciler gördüler ki onun sırtında ufacık bir kızarıklık bile oluşmamıştı. İmparator okçulara oturduğu yüksek kürsüden eliyle işaret ederek zehirli okları fırlatmalarını emretti. Okçular gördüler ki her bir ok bükülüyor ve Georgius’un ayağının dibine ona saplanmadan düşüyordu. Herkesin şaşırdığı gibi imparator da şaşırmıştı. Bunlara rağmen fikri değişmeyen zalim imparator onu karanlık ve rutûbetli bir zindana attırdı. Haftalarca onu zindanda hapsettikten sonra ayaklarını bağlatıp göğsüne yüzlerce kilo ağırlığında bir taş koydular. Eşsiz acılar içerisinde haftalarca o şekilde kaldığı zindan hücresinden bitkin ve uykusuz bir halde çıkartılan Georgius, imparatorun emriyle İzmit’ten o zamanki adı Augusta Antonina olan Konstantinopolis’e kadar bir at arabasının arkasına bağlı bir vaziyette sürüklendi. Oraya varır varmaz Georgius’tan önce oraya varan imparator dehşetli tekerleğin hazırlanması emrini verdi. Bu tekerleğin orta kısmına kesici aletlerin bulunduğu bir masa yerleştirilerek Georgius bu tekerleğe bağlandı. Düzenek öyleydi ki tekerlek döndükçe bedeninin her yeri kesip parçalanacaktı. Georgius acı içerisinde işkence görürken durmadan Allah’a dua ediyor ve mücadeleden galip ayrılması için yalvarıyordu. Bu duaları önceden hissedilmesine rağmen gittikçe sesi zayıflamaya başlamıştı. Bedeni de acılara dayanamayıp gittikçe zayıflamaktaydı. Dioklitianos tekerleğin yanına gidip hıncını alamamış bir vaziyette Georgius’un yüzüne öfkeyle tükürdü: – Senin Allah’ın nerede? Gelsin de seni bu aciz halinden kurtarsın bakalım, dedikten sonra Apollon tanrısının mâbedine putlarına tapınmaya gitti. O daha çok fazla uzaklara gitmeden gökyüzünü kara bulutlar kapladı ve gök yarıldı, müthiş bir yağmur yağmaya başladı ve ilâhi bir ses duyuldu: – Georgius korkma, seninle birlikteyim. Mücadeleni ve sabrını görüyorum. Bu sesin ardından büyük bir gürültüyle birlikte güçlü bir ışık saçan şimşekler çaktı. Ortalık toz dumanken hava birden açmaya ve güneş yeniden yüzünü göstermeye başladığı sırada orada bulunanlar gördüler ki Georgius tekerlekten kurtulmuş bir halde sapasağlam ayakta duruyor. Etrafındakilerin hepsi İsa Mesih’e o vakit iman ettiler. Onu yanlarına alan yüksek rütbeliler Apollon Tapınağı’na imparatorun yanına götürdüklerinde Dioklitianos putlarına kurban kesiyordu. Onu sapasağlam bir şekilde görünce gözlerinden ateş çıkartırcasına öfkelendi. Georgius ona seslendi: – Siz beni ölüme terk ettiniz fakat Allah’ım beni o korkunç halden kurtardı. Hepiniz o gerçek Allah’a tapınız. İmparator hiddetli bir şekilde kumandanlarına emrederek: – Tutun onu ve bağlayın. Hiç birisi onun sözünü dinlenmedi çünkü onlar gökyüzünden yükselen ilâhi sesi duyup Allah’a inanmışlardı. İmparator şaşkınlıkla bütün kumandanlarının kayış ve kılıçlarını ayaklarının dibine fırlatmalarını seyretti. Bu artık onun ordusunda yer almak istemediklerinin işaretiydi. Hepsi bir ağızdan bağırdılar: – Biz de İsa Mesih’e inanıyoruz. İmparator onları daha ne şekilde öldüreceğini düşünmemişken bazı askerler yanına gelip ona yaşananları fısıldadılar. İmparator onlara inanmamıştı. Georgius’un iyi bir büyücü olduğunu düşünüyordu. İmparator kılıçlarını ayaklarının dibine bırakıp İsa’ya teslim olan kumandanlarının ve askerlerinin hepsini şehrin az dışında vahşice öldürttü. Georgius’u öldürmeyip işkencelere devam etti. Onu önce şehrin az dışında hazırlattığı kireç dolu dev bir çukura attırdı. Üç gün üç gece boyunca orada kalan Georgius’u almaya giden putperestler çukuru kazdıklarında onu kirecin yakıcı ateşinden hiç etkilenmeyip topraktan çıkmışçasına taptaze ve diri olduğunu gördüler ve mucize karşısında Allah’a inandılar. İmparator o inananları da öldürtüp Georgius için hazırlattığı yeni işkence tekniğini vakit kaybetmeden hayata geçirdi. Ateşte kızdırılmış demir ayakkabıları ayağına giydirip onu zindanın karanlığına bıraktı. Sabah yanına giden gardiyanlar ayaklarında hiç bir yara olmadığını ve diz çökmüş dua ettiğini gördüler. Buna rağmen imparator onun büyücü olduğunu söyleyip ona inanmadı. İşkenceye doyamayan imparator Dioklatianos onu haftalarca durmadan sarayın bahçesinde öküz derisinden yapılmış kırbaçlarla kırbaçlattı. O sabredip Allah’a duasını eksik etmedi. Bir gün imparator onu huzuruna çağırıp fikrini değiştirip değiştirmediğini sordu. Georgius kararlı bir şekilde hayır cevabını verdiğinde onu zindana geri gönderdi. İmparatorun hizmetindeki bir büyücü o vakit imparatorun huzuruna gelerek ona her türlü büyüyü yaptığını fakat ölüleri diriltemediğini söyledi ve dedi ki “Eğer Georgius gerçek Allah’a inanıyorsa ve mucizeleri bu nedenleyse bir ölüyü diriltebilir. Çünkü biz şeytanın gücüyle sihir yapıyoruz. Kötülüğü yapıp bir insanı öldürebiliriz ama iyiliği yapıp bir insanı diriltemeyiz. Bunun apaçık kanıtını Firavun’un büyücülerinde görebilirsiniz.” dedi. İmparator Georgius’u yeniden huzuruna çağırıp öldürtüp kellesini ayırdığı bir inanmışı diriltmesini ve diriltirse kendisine inanacağını söyledi. O vakit Aziz Georgius o ölüye İsa Mesih adına dirilmesini ve ayağa kalkmasını söyledi. O ölü ayağa kalkıp sağ elinin parmağını havaya kaldırıp Allah’ın bir olduğunu gösterdi. Etraftakilerin çığlığı “Georgius’un Allah’ı gerçektir” diye sarayda yankılandı. İmparatora gelen büyücü dahi ona inanmıştı. Georgius’un mucizelerini duyan Hristiyanlar ülkenin dört bir yanından gelerek gardiyanlara rüşvet verip onu gördüler ve ondan yardım istediler. Bir gece rüyâsında İsa’yı gören Aziz Georgius’a Mesih bir taç takıyor ve biraz daha sabretmesini yanına gelmesine az bir süre kaldığını müjdeliyordu. Bu ilâhi rüyâyla birlikte biraz daha rahatlayan Georgius Allah’a dua etmekten hiç ayrılmadı. Bir sabah zalim imparator onu tekrar yanına çağırdı. Askerlerin koruması altında imparatorun huzuruna getirildi. İmparator ona yeniden sordu: – Georgius, ne kadar şanslı olduğunu görüyor musun? Fikrini değiştirmen için hala sabırla bekliyorum. Sana diğer Hristiyanların hak ettiği o aşağılık ölüm şeklini yaşatmadım. Seni son kez tapınağa götürüp putlarıma tapınmanı isteyeceğim, dedi ve Apollon tanrısına gittiler. Orada Georgius Apollon tanrısının heykelini eline alıp ona sordu: – Benim bir Hristiyan olarak aciz bir puta tapınmam ve kurban kesmem mümkün müdür? O vakit put dile gelip konuştu: Ben Allah değilim. Hiç bir heykel de değildir. Sadece senin tapındığın tanrı gerçek Allah’tır. Biz putların içinde insanlarla alay eden kurnaz rûhlarız, dedi. O anda tapınakta büyük bir çatırtı sesiyle birlikte tapınağı yerle bir eden bir sarsıntı vukû buldu. Bunun üzerine imparator ondan beklenen şekilde bu mucizeye de inanmayıp Georgius’u yakalattı ve onu yeniden zindana attırdı. 303 yılının bir bahar sabahı zindanın ağır kapılarını büyük bir gıcırtıyla açan askerler Georgius’un bulunduğu rutubetli ve karanlık hücreye geldiler. Onları gören Georgius hiç tedirgin olmadı. Sarayın bahçesinde onu öldürmek için her şey hazırlanmıştı. Cellât kütüğün başında elinde uzun ve kalın satırıyla hazır bekliyordu. Georgius anladı ki rüyâsı gerçek olacak ve İsa’nın uzattığı en güzel tacı –şehitlik tacını- giyecekti. Cellâdın satırının altına dua ederek boynunu uzattı Georgius. Şöyle dua etti: – Allah’ım benim rûhumu lütfen kabul et. Kalabalığa bakarak duasına şunları da ekledi: – Allah’ım burada olan insanlara da seni tanıma şansını nasip et. Cellâdın güçlü satır darbesiyle birlikte bedeninden ayrılan rûhu, bahar mevsiminin o güzel kokusuyla birlikte, cenneti tatmak üzere göğe yükseldi, diğerleri gibi şehit oldu. Onun naçiz bedeni imparatorun emriyle Augusta Antonina’nın yedi tepesinin birine, Haliç’e kazılan gizli su tünellerine gömüldü. Onun gömülü olduğu yerin üzerineyse Apollon tanrısı adına eşi benzeri görülmemiş bir tapınak inşa ettirmeye başlandı. Böylece hiç bir Hristiyan onun mezarını bulup imanını arttırmayacak üstelik tapınağın altında Georgius’un her gün kemikleri sızlayacaktı.   İnkişâf (İstanbul’un Dilinden) Yüzyıllar boyunca rûhum bir ayna kendimi izlemiştim karşısında. O kadar rahat ve mesuttum ki önceleri, suyun üzerinde aheste sallanan bir kayık gibiydim. Yağmurlarda arınıp bütün kirlerimden, güneşin gülen yüzüyle aydınlanıyordum. Tenimde farklı bir his yaşadığım o günün bana neler getirebileceğini, ileride ne türlü bir acıya gark olabileceğimi ne yazık ki o an için bilemiyordum. O gün bütün mahlûkatın sevinç çığlıklarının yüzlerce sene sonra kederli bir ağlamaya dönüşeceğini kimse kestiremiyordu. Bütün bu neş’enin asıl sebebinin ne olduğunu müfrit bir yağmurun ardına düşen güneş aydınlığının gölgesinde gördüm. İnsan yaratılmıştı! İnsan ki; melekler ona secde etmiş, şeytan onu reddetmişti. Öyle ki yüzyıllar ilerledikçe Allah’ın sonsuz ümidiyle yaratılan insan yeryüzünde büyük bir çılgınlıkla yaratanını şeytanın yalanlaması gibi reddetmiş ve kan çıkarmıştı. Şeytanın gıpta edebileceği derecede bir zulüm yeryüzünde zuhûr etmeye başladığında kederim ayyuka çıkmış, gözyaşlarım müfrit bir yağmur olup azmıştı. Allah’a inananlar târifsiz işkencelere maruz kaldılar, zalimce öldürüldüler. Şehit oldular! İyiyi ve kötüyü aynı anda yaşayan insanlardan, kötülük çıkartanlar kadar iyiliğe müptela olanları da vardı. Belki de onların yüzü suyu hürmetine yaşıyorduk. Yüzyıllar boyunca farklı farklı isimlerde var oldum. İlk sahiplendiğim isim bir insanın isminden türetilmişti: Konstantinopolis. O, yüzyıllar boyunca vukû bulan zulme indirilen ağır bir balyoz gibiydi. O zamana kadar bana en ağır gelen, çekilmez bir çileye dönüşen şeyler;  yeryüzüne Allah’ın gönderip de ona şirk koşan, öz varlığını tanımayıp ulûhiyet yerine cansız putları, güneşi, doğayı ve daha nice varlıkları koyan insanların aciz halleriydi. Beni bu kadar güzel yaratan Allah, bu güzelliği de yine insanlara sunmuştu. Büyük İmparator Konstantin; Yedi Tepe’den birine zalim Dioklitianos’un aptal putlarıyla dolu Apollon Tapınağı’ndan söktürdüğü yüksek bir sütunu Allah’ın varlığına bir delil olarak şehrin meydanına diktirdi. O gün en mutlu günlerimden biriydi ama insanlar sayesinde fazlaca sevinmemeyi maalesef öğrenmiştim. Bu sütuna yakın bir mesafede Apollon’un yerine Aya Sofya adında ulu bir mâbet de inşa ettirdi. Bu ulu mâbet yüzyıllar boyunca gerçek sahibini yana yakıla aradı durdu. Bir zamanlar zalim imparatorların katlettiği Hristiyanlar ilk defa bu dönemde inandıkları gibi rahatça yaşayabildiler. Yüzyıllar boyunca nice azizler, veliler, evliyalar, imparatorlar, padişahlar ve daha nice ismini bilmediğiniz insan benden usulca geldi geçti ve ben hepsini içimde bir yerlerde saklıyorum. Yedi Tepe’de yedi ulu yapı, arzın yedi katını koruyan gök kubbenin altında yedi erenin hürmetine zamana meydan okuyarak ve dimdik ayakta duruyorlar.   IV. BÖLÜM (BEŞ YÜZ OTUZ YEDİ) Osman Efendi Georgius’un kim olduğunu öğrenmişti. Dimitri ona elindeki notta yazdığı gibi onun bir kurtarıcı olduğunu, öldükten sonra da mucizelerinin devam ettiğini söylemişti. Kitabın iç kapağında yazan yabancı başlık ” Ejderha Avcısı ve İstanbul’un Hâmisi, Aziz Georgius.” demekti. Dimitri, Hristiyan kültüründe Georgius’un putperestliğe karşı mücadelesinde kötülüğün Ejderha olarak nitelendirildiğini ifade etmişti. Osman Efendi’nin bazı önemli soruların cevabını bulmuş olmasına rağmen kafası bir hayli karışıktı. Bütün öğrendikleriyle beş yüz otuz yedi arasında bir bağlantı olmalıydı? Osman Efendi, eve geldiğinden beri yemek bile yemeden odasına çekilmiş önce rahlesini açıp biraz Kur’an okumuş, ardından gizemli kitabı daha detaylı incelemek üzere Kur’an’ı kaldırdığı rahlesine yerleştirmişti. İç kapaktan sonraki sayfada bölmelere ayrılmış bir tablo ve kitabın içinde yer alan yabancı harflerin tek tek yukardan aşağı dizildiğini, yan bölmelerde ise bazı sayıların olduğunu fark etti. Bu sayılar Roma sayılarıyla yazılmıştı ve şükür ki bu sayıları biliyordu. Bu tabloda soruların cevabını bulmakta ona yardımcı olabilirdi. Bu tabloyu da not defterine çizdi. Vakit çok geç olduğu için yatmaya karar verdi. Hızır’ı düşünerek uykuya daldı. Bir cuma günü Cuma namazını kılmak üzere Sultan Ahmet’e gitmeye karar vermişti. Namaz vaktine saatler varken Aya Sofya’nın görkemli manzarasına hâkim At Meydanı’nda çimlerin üzerine oturup bin yılı aşkın süredir ayakta duran ulu mâbede dalıp kafasındaki soruların cevabını düşünmeye daldı. Sağ tarafında yaklaşık elli yıl önce Sultan Ahmet’in Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırdığı içi yirmi bini aşkın sayıda mavi, yeşil ve beyaz renkli en güzel İznik çinileriyle bezeli banîsinin adını taşıyan Sultan Ahmet Câmii vardı. Yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslü bu câminin külliyesi bir câmi, medreseler, hünkâr kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktaydı. Bu yeni câminin çekiciliğine rağmen namazı Aya Sofya’da kılmaya karar verdi. Cuma’ya bir saati aşkın bir süre olmasına rağmen câmi hınca hınç doluydu. Câminin kapısından giren Osman Efendi, safları yararak minberin sağ tarafında kendine uygun bir yer aradı ve bulduğu ilk boşluğa çökerek Cuma namazını kıldı. Aya Sofya’nın geniş ve ferah atmosferinde ilâhi seslerin bir başka maneviyatta yankılandığı aşikârdı. Tabii ki bunda devrin en mükemmel müezzinlerinin ve imam hatiplerinin de büyük etkisi vardı. Lakin bu mübârek mekânda ilâhi olan her ses mâbedin ulu duvarlarında yankılanarak kelimelerin rûhuna can katıyor ve yürekleri titretiyordu. Osman Efendi eşsiz bir Cuma ziyafeti çekmiş huzur dolu câmiden ayrılıp bahçedeki kalabalığın dışarı çıkmasını bekledikten sonra iç avluda revakların altında gölgelenmeye karar verdi. Ortadaki şadırvan çoktan Cuma vaktindeki yoğunluğu atlatmış dinlenmekteydi. Çatısı sütun ve pâyeler tarafından taşınan revaklar güneşten muhafazalı bir alandı ve yaz sıcağında bunalanlar için müstesnâ bir köşeydi. Beyaz çatılı revakın altında biraz dinlendikten sonra Ayasofya’yı yeniden keşfetmeyi düşünüyordu. Bir taraftan da gördüğü son rüyânın etkisinde minberin etrafında Hızır’ı görmeyi düşlüyordu. Belki beş yüz otuz yedi’nin sırrını kendisine söylerdi! İki giriş kapısını aşıp Büyük Koridor’a ulaştıktan sonra Ayasofya’nın Kıble’ye bakan sekiz kapısının dördüncüsünden İstanbul’u fethediyormuş kadar heyecanla içeri girdi Osman Efendi. Cuma namazının kalabalığından arınan ulu mâbet, bu boş haliyle rüyâsındakine benziyordu. Tam karşısında mihrâb, mihrâbın bulunduğu küçük yarım kubbenin altında sol yanda Muhammed, sağ yanda Allah yazan siyah zemin üzerine sarı hatla yazılmış büyük ve yuvarlak levhalar vardı. Muhammed yazan levhanın altında Hünkâr Mahfili’ni izledi bir müddet. Kıble yönündeki büyük yarım kubbenin eteklerinde birisinde mihrabın bulunduğu üç küçük yarım kubbe bulunmaktaydı. Hünkâr Mahfili soldaki küçük yarım kubbenin altında, sağ yanda, sütuna bitişik bütün görkemiyle duruyordu. Mihrabın bulunduğu küçük yarım kubbe ile sağdaki yarım kubbeyi tutan sütunun ayağında ise minber bulunmaktaydı. Dikkatli gözlerle etrafı inceleyerek minbere doğru ağır adımlarla yürüdü Osman Efendi. Minberin sağ tarafında iki rekât şükür namazı kıldı ve dua ettikten sonra kubbenin altına doğru kafası yukarda câminin her köşesini tarayarak yürüdü. Kubbenin tam altında altıntop bir kandil bulunmaktaydı. Kubbenin etrafında devrin sanatkâr hattatlarının Kur’an’dan sûreleri yer almakta ve geniş kubbeye çok farklı bir nitelik kazandırmaktaydı. Altıntop kandilin altında namazını bitirmiş dua eden bir adamın gülümseyen yüzüyle ona baktığını fark etti. Duasını bitirip gökyüzüne açtığı ellerini beyazlamaya yüz tutmuş yüzüne sürdükten sonra Osman Efendi’ye yönelerek: – Selamun Aleyküm, ben Mihmandâr Yahya Efendi. Buraya gelen konuklara eşlik ediyorum, dedi. Osman Efendi: – Aleyküm Selam, ben de Katib-i Kütüb Osman Efendi, diyerek başını hafifçe salladı. Mihmandâr hafifçe ayağa kalkarak onun yanına geldi. – Hangi kütüphane? diye sordu. Osman Efendi: – Süleymaniye, diye cevapladı. – İsterseniz size Ayasofya’yı kısa bir gezintiyle anlatabilirim. Lâkin fazla vaktim yok. -Çok memnun olurum, dedi Osman Efendi. İçini Ayasofya’yı daha yakından tanıyacak olmanın verdiği garip bir sevinçle Mihmandâr’ın yüzüne bakarak gülümsedi. İkisi önce çıkış kapısına doğru ilerlediler. Mihmandâr anlatmaya başladı: “Tarih boyunca bu ilâhi yapının bulunduğu yere Ayasofya yapılana kadar defalarca ibadethaneler inşa edilmiş. Tarihte ilk olarak putperest Roma İmparatoru Dioklitianos buraya büyük bir Apollon tapınağı yaptırmaya başlamış, tapınak yarısına kadar inşa edilmişken büyük bir depremle yerle bir olmuş. Ayasofya’nın altında bu dönemde yapıldığı sanılan ve Haliç’e kadar uzanan su tünellerinin olduğundan bahsedenler var. Binanın altında sarnıçların olduğu duymuşsundur. Bu da söz konusu tünellerin varlığına güçlü bir kanıt fakat bu güne kadar bulunan bir iz yok! İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti, imparatorluğun dinini de Hristiyanlık olarak ilan eden Büyük Konstantin Birinci Ayasofya olarak bilinen tamamlanabilmiş ilk Ayasofya’yı inşa ettirmeye başlar. Fazla yaşamayacağını anlayan Konstantin o zamana kadar yapılmış en görkemli kilise olmasını istediği yapının bitirilmesini oğlu 2.Konstantin’e vasiyet eder ve oğlu tarafından Mîlâdî 360′ta Birinci Ayasofya tamamlanır. Bizanslılar buraya “Büyük Kilise” derlermiş. Çatısı ahşap olan bu yapı 404′te Patrikhane ile saray arasındaki uyuşmazlıklardan çıkan isyan sırasında yıkılarak tahrip edilmiş. Bu ilk kilisenin yıkılmasından sonra ikincisi II.Theodosius tarafından inşa ettirilmiş ama ne yazık ki ikincisinin de kaderi ilki gibi olmuş. Bu kiliseye ise “Kutsal Bilgelik” anlamında Ayasofya ismi verilmiş ve bugüne kadar ismi hiç değişmemiştir. Mîlâdî 532′de, Nika İsyanı sırasında yakılıp yıkılan bu Ayasofya makûs tâlihine boyun eğmek zorunda kalmış, ne yazık ki! Ve nihâyet ikincisinin yıkılmasından pek az bir zaman sonra I. Justinyanus burayı ihya edip buranın ismini ölümsüzleştirmek ister. Öyle emreder ki o zamanın en büyük ve görkemli ibadethanesi olan Süleyman Tapınağı’nı bile gölgede bırakacak bir kilise olmalıdır yaptıracağı. Fakat nasıl bir kilise olacağını mimarlarına planlattırmamıştır. İmparator bir gün rüyâsında nûr yüzlü bir aziz görür. Aziz, çevresine bakmakta ve her köşede bir duraklamaktadır. Bu nûr yüzlü azizin elinde gümüşten bir levha tuttuğunu fark eder. Aziz levhayı ona uzatır. Justinyanus levhanın üzerinde yapmayı hayal ettiği şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir kilise resmi olduğunu görür. Azize “Keşke bu resim ben de olsa da bu topraklara aynısını yaptırsam” der. Aziz levhayı ona uzatarak “Al senin olsun, kiliseyi buraya yaptır” diye konuşur. Justinyanus merakla azize sorar, “Peki adını ne koyayım? Aziz “Ayasofya koy” der ve birden gözden kaybolur. Sabahı zor eden imparator mimarını tez yanına çağırtır ve rüyâsını anlatmaya başlar. Mimar ağzı açık hayretle imparatoru dinledikten sonra elinde gece rüyâsında görüp karaladığı kilisenin resmini imparatora uzatır. İkisi de aynı rüyâyı görmüşlerdir. İmparator hemen devrin en büyük matematikçisi olan Anthemius’u baş mimar olarak görevlendirip kilisenin yapımını başlattırır. Mâbedin en mükemmel şekilde inşâ edilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Binanın sütunları Efes’teki Artemis Tapınağı, Mısır’daki Güneş Tapınağı, Lübnan’daki Baalbek Tapınağı ve Atina, Delphi ve Delos’taki birçok tapınaktan getirtilir. Kaplama ve sütunlarda kullanılan taşlar Mısır, Yunanistan, Marmara Adası, Suriye ve İstanbul kökenlidir. On binden fazla kişinin inşâsında çalıştığı bu mübarek yapı beş yıl gibi kısa bir zamanda tamamlanmış. Hakîkaten de Süleyman Tapınağı’ndan daha büyük bir yapı görüldüğü gibi inşâ edilmiş. Üç yüz elli yedi kadem yüksekliğindeki kubbesinin kuturu yedi yüz altı kirahtir. İmparatorluk bu devâsâ kubbeli yapıyla dünyaya adeta kudretini ve gücünü ispatlamış. 27 Aralık 537′de ibadethanenin açılışı inanılmaz bir görkem ile yapılmış. Justinyanus 14 atın koştuğu arabasıyla Kral Kapısı’ndan içeri girer. Onu kapıda patrik karşılamış ve birlikte mihrâba gitmişler ve burada Justinyanus ellerini havaya kaldırarak şöyle dua etmiş. “Allah’ım sana hamd ve senalar olsun ki bana böyle eseri ikrama layık gördün.”  Daha sonra içeridekilere dönerek “Ey Süleyman sana galebe ettim” diyerek kudretini onlara haykırmış. Osman Efendi son duyduklarından sonra aklında bir ışık yanarak beş yüz otuz yedi’nin Ayasofya’yı işaret ettiğini tesadüfen çözdüğünü anladı. Çünkü gördüğü rüyâyla, beş yüz otuz yedi ve Ayasofya arasında bariz bir bağlantı vardı. Mihmandâr anlatmaya devam ediyordu: …işte bu pencere Serin Pencere’dir. Akşemseddin ilk derslerini burada vermiştir.” Mihmandâr pencereyi araladığında pencereden tatlı bir yel içeri girip Osman Efendi’nin yüreğini bir hoş etti. Pencerenin dibine oturdular. Mihmandâr anlatmaya devam etti: “Justinyanus Süleyman Tapınağı’nı geride bırakan bir eser yaptığını düşünmektedir fakat pek kısa bir zaman sonra büyük bir zelzele olur ve yapı ciddi bir hasar görür. Kubbeden düşen parçalar mihrabı paramparça eder. Bu zelzelenin Hz. Muhammed’in doğduğu gece olduğu söylenir. Hasarlar giderilir fakat kubbe defalarca çöker. Justinyanus rüyâda gördüğü kubbenin aynısını yaptırmak ister fakat bir türlü yapılamaz. Bir gece imparator rüyâsında yine nûr yüzlü azizi görür. Aziz ona “Eğer kubbeyi ayakta tutmak istersen son nebinin tükürüğü ile zemzem suyundan harç yapıp kubbeyi öyle tutturabilirsin ” der. Üç yüz keşiş bu iş için görevlendirilir. Hz. Muhammed henüz çocuk iken bu keşişler Mekke’ye giderek onun tükürüğünü ve zemzemi alıp İstanbul’a geri gelirler. Batı Kapısının önündeki Terleyen Direk’in önünde harcı karıp kubbeyi onarırlar, kubbe o gün bugündür sapasağlam ayakta duruyor. Direğin terlemesinin hikmetinin peygamberin tükürüğü olduğu söylenir. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453′te İstanbul’u fethettikten sonra beyaz atıyla Ayasofya’nın önüne gelerek atından iner inmez Ayasofya’ya beraberindekilerle girer. Mekânın haşyetinden târifsiz bir huşûya kapılarak secdeye kapanır. Hükümdarlar fethettikleri şehrin en büyük kilisesini bilindiği üzere câmiye çevirirler, Fatih Sultan Mehmet de ilk namazını kıldığı burayı yüklü bir bedel ödeyerek üstüne alır, vakfeder ve câmiye çevirir. Fetihten sonraki ilk Cuma namazını burada kıldığı gün hutbede şöyle demiştir: “Her kim ki Ayasofya’yı câmiden başka bir amaçla kullanmaya kalkışırsa öbür dünyada onun iki elimle yakasında olacağım.” Yüz usta ve on bin işçinin câmiye dönüşüm için çalıştığı bu ilâhi yapıya İslami bir hüviyet kazandırma çalışmaları beş yıl sürmüştür. Öncelikle binaya minâreler dikilmiştir. Çabuk olması için ilki tuğladan örülür. Yaklaşık yarım asır önce Mimar Sinan binayı sağlamlaştırmak için binaya payandalar eklemiş. Sokullu Mehmet Paşa kubbeye büyük bir âlem kondurarak binaya tam bir İslami bir hüviyet kazandırmış. İçine mihrâb, minber, mahfil ve taş kürsü de eklendikten sonra Ayasofya işte bu gördüğün son halini almıştır. Kilise zamanından kalma resimler mermer tablalarla kapatılmıştır.” Mihmandâr Yahya Efendi oturduğu yerden hafifçe doğrularak: – Birazdan misafirlerim gelecek. İnşallah merak ettiğin şeyleri söylemişimdir, dedi. Osman Efendi memnuniyetle: – Teşekkür ederim, dedi. Beraber Ayasofya’nın kıbleye bakan kapısından çıktılar. Mihmandâr aklına gelen son bilgileri de aktardı: – Bu kapının kanatları Nuh’un gemisinin tahtalarından yapılmıştır. Biraz daha ilerlediklerinde ise: – İşte bu da orta cümle kapısı. Üzerindeki sarı pirinçten tabuta benzeyen bu sandukanın içinde daha önceden Kraliçe Sofya’nın mumyası varmış. Her kim ki bu sandukaya elini sürmeye kalksa o vakit Ayasofya’da büyük bir zelzele başladığına şahit olunurmuş, diye son kez ekledi. Avludan yürüyerek dışarı çıktılar. Ayrılırken Osman Efendi mihmandârın gözlerinin içine baktı. O kadar samîmî gördü ki onu, Osman Efendi’nin içinde rengârenk çiçekler açtı. Sanki onu daha önceden bir yerde görmüş gibiydi! Mihmandâr Yahya Efendi, arkasında mis kokulu bir iklimle beraber, koyu yeşil cübbesinin etekleri havayla dolup bayrak gibi dalgalanarak ağır adımlarla oradan uzaklaştı.   V. BÖLÜM (HIZIR’IN ŞİFRESİ) Osman Efendi günlerden beri hem işte hem de evde hatta her yerde Aziz Georgius ve Ayasofya ile ilgili öğrendiği yeni bilgilerle rüyâları arasında değişik bağlantılar kuruyordu. Rüyâlarının hayalden başka bir mâhiyet taşıdığına iyiden iyiye inanmıştı. Belli ki kendisine bir görev yüklenmişti ya da yüklenecekti. Kur’an-ı Kerim’in Bakara Sûresi’nde “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” buyrulmaktaydı. Anlayıp düşünmeye çalışıyordu. Hızır’ın ledünnîyâta vâkıf, doğa ötesi bir buutta hareket eden, aynı zamanda hakikâte hâkim bir zât olduğunu biliyordu. Ulûhiyet ve kâinat arasındaki bağı kavrayan bir erendi o! Zaman mefhûmunun ötesine ermiş bir zaman gezginiydi, zamana mekânsız hâkimdi o! Bütün bu sebeplerdendir ki o öyle durduk yere kimsenin rüyâsına girmezdi. Allah’ın kendine bahşettiği bu hikmetin anlamını elbet anlayacaktı. Allah tarafından o akşam yine rüyâsında Hızır’ı görmek nasip oldu Osman Efendi’ye. Hızır ile beraber Aziz Georgius’un mezarının başında kandilin aydınlattığı karanlık bir tünelde kitaptaki tablodan bir şifre çözmeye çalışıyorlardı. Kelimelerdeki harflerin kitapta yazan değerlerinden hesaplar yaparak önemli bir tarihi bulacaklardı. Bir kelimenin toplam sayısından yılı gösteren bir sayı buldular. Hızır dört haneli sayıyı ikiye bölerek sol tarafın toplamı günü, sağ tarafınkiyse ayı ifade ediyor deyip tam tarihi çıkartmıştı. O kâğıdı katlayarak cübbesinin içindeki cebe koydu ve ona dönerek kelimeyi mezarın taşına yazacağım, yardımın için teşekkür ederim. Beni yarın yatsı namazından sonra Ayasofya’da bul, gelirken kitabı yanına almayı unutma dedi. Gökyüzündeki beyaz bulutlara doğru yükselirken Osman Efendi rüyâsından uyanmıştı. Bu sefer hiç korku duymadı çünkü akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürlerdi, anlayıp da düşünense doğruyu mutlaka bulurdu. Yarın Hızır’ı Ayasofya’da arayacaktı. Başucundaki küçük gaz lambasını yaktı, karşı duvarda duran yaprak takvime gözü ilişti ilkin. Takvim 6 Rebîyülâhir 1074 Çarşamba’yı gösteriyordu. Vakit gece yarısını geçtiği için takvimin görünen o yaprağının çoktan eskidiğini düşündü. Vakit ne çabuk geçiyordu! Gaz lambasını söndürüp tekrar yattı. Sabah kalktığında takvimden eskiyen günün yaprağını kopardı ve cebine koydu. Üst tarafta büyük karakterlerle Hicrî, altındaysa küçük yazı karakteriyle Mîlâdî takvim tarihi yazılmıştı: 6 Eylül 1663, Perşembe. Osman Efendi, Süleymaniye’den okunan sabah ezanı efsunlu bir şekilde dinleyenlerin içini huşû ile doldururken uçar adımlarla yürüyüp sabah namazını kılmak için câmiye girdi. Kanunî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan bu câminin kubbesi Ayasofya’dan yirmi kadem daha yüksekteydi. Öyle ki o da dünyaya Süleymaniye ile kudretini ve gücünü böyle haykırmıştı. Namazdan hemen sonra külliyenin Eminönü’ne bakan dış bahçesine çıktı. Önce bu müstesna tepeden İstanbul’u bir güvercinin kanatları altından izledi. Haliç’i, Topkapı Sarayı’nı, Marmara Denizi’ni, Boğaziçi’ni ve öbür yakanın diğer müstesna tepelerini… Bu vakitte İstanbul ne de güzeldi! Osman Efendi arkasına dönüp ulu mâbedin bahçesinden gök kubbeyi delercesine elif elif yükselen, câmiye bitişik üç şerefeli en az yetmiş beş metre yüksekliğindeki iki minâre ile son cemaat yeri giriş cephesi duvarının her iki köşesinde diğer ikisinden daha kısa iki şerefeli minareye bakıp bambaşka hayallere daldı. * Akşam olmuş, kütüphaneden önce Bayezid Meydanı’na doğru daha sonra her iki tarafı kümbetlerle dolu Çemberlitaş’a giden yoldan Sultan Ahmet’e doğru yürümüştü. Etrafı sanki ilk defa görüyormuş gibi dikkatle inceleyerek Ayasofya’ya vardı. Bu mübarek yapıyı her zamankinden farklı algıladığı kesindi. Heybesinin içine gizlediği gizemli kitap da yanındaydı. Cübbesinin iç cebinde de defterine aldığı notlar duruyordu. Ayasofya’nın Kâbe’ye bakan kapısının arkasındaki bahçede birinci ve ikinci Ayasofya’dan kalıntılar olduğunu öğrenmişti. O tarafa doğru yönelip bahçede dağınık bir vaziyette duran kalıntıların olduğu o bahçeye girdi. Hava çoktan karardığı için burası epey bir karanlıktı. İçeride yanan kandillerin ışığı burayı aydınlatmıyordu. Biraz daha ileriye gidip dönmeyi düşündü. Tam neden buraya gündüz gözüyle hiç gelmedim diye hayıflanırken birden bire ayağı kaydı. Ayağı derin bir boşluğa gelmiş dört beş metre kadar aşağı düşmüştü. Etrafı şimdi hepten karanlığa bürünmüştü, kafasını sağına ve soluna çevirip bir ışık aradı. Düştüğü yerden doğruldu. Neyse ki bir yerini incitmemişti. Elleriyle bulunduğu yeri tanımaya çalışacaktı. Etrafını yokladı, önü sağı ve solu boş değildi. Çok dar bir yerdeydi. Yavaşça arkasına döndü ve elleriyle önünde bir boşluk keşfetti ardından ileriye doğru dikkatlice ve duraksayarak üç beş adım attı. Tam ayaklarının dibinden kızıllaşmış bir ışığın aşağıdan yukarıya doğru sızdığını gördüğünde içini bir heyecan kapladı. Bu ışık da neydi, neredeydi! Işığın olduğu yere gitmeliydi. Ayaklarının tam ucunda dar bir kuyu olduğunu fark edip önce elleriyle tutunacak bir yer aradı. Zor da olsa kuyunun içinden sallanmayı başardı. Ağırlığını aşağı salıp olduğu yere düştü. Kafasını kaldırdığında ileride ışığın kaynağını gördü. Arada etrafından su birikintisine düşen damlaların sesini duyuyordu. Işığa yürüdükçe kızıllık gözleri kamaştıran bir beyazlığa dönüştü. Işık oldukça uzaktaydı. Nihâyet ışığa vardığında bu sefer de ışıktan hiçbir şey göremiyordu. Elini alnına siper ederek görüntüleri seçmeye çalıştı. Büyük bir taşın arkasından sonsuz bir ışık geldiğini fark ettiğinde kafasında bütün öğrendikleriyle nerede olduğunu tahmin edebildi. Aziz Georgius dedi içinden. Burası da o su tünelleri olmalıydı. Mezarı bulmuştu! Tozlu mezar taşını elleriyle sildi, üzerinde yazanları okuması gerekiyordu. Taşın tepesine oyulmuş bir hac gördü. Ve ortada büyük bir yazı vardı. Hemen altında da kabartma ejderha figürü. Hızır dedi içinden, evet Hızır’ın şifresiydi bu! Taşın tam önünde çömelip harfleri çözmeye başladı. Kitabı açtı, üstüne de defterini koydu. İlk harf tau, ikincisi ro, üçüncüsü epsilon dedi not etti kâğıda. Daha sonra sırasıyla mu, omikron ve yeniden ro. Birleştirdi “TREMOR!” Bu kelimeyi tanıdı. Kitabın başlıklarının anlamlarına Latince sözlükten bakarken bu kelimenin zelzele manasına geldiğini notları arasından bularak hatırladı. İçi korkuyla sallandı o an. Aceleyle her bir harfin değerlerini kâğıda alt alta yazdı. Tau’ya elli, ro’ya sekiz yüz, epsilon’a bir diyerek devam etti. Mu için yedi, omikron için beş ve ro için tekrar sekiz yüz. Hepsini alt alta topladı. 1663 yekûnuna ulaştı. Sabah takvim yaprağında mîlâdî senenin 1663 olduğunu hatırladı. İçindeki korku gitgide büyüdü. Elleri bu korkudan titriyordu. Dört hanenin ikisini sağda, ikisini solda bıraktı. Bir ve altıyı toplayıp yediyi, sonra sağ tarafı topladı dokuzu buldu. Cebine koyduğu takvim yaprağı aklına geldi. Çıkarıp baktığında dehşete kapıldı. Hızır’ın ona öğrettiği hesap bugünü işaret ediyordu. Kelimeyse zelzeleyi. Zelzele dedi fısıldayarak. O anda mezar taşının arkasından ağır bir şey hızlıca aşağı yuvarlandı. İçerideki yoğun ışık söner gibi oldu. Bunun tahta bir sandık olduğunu fark edip kapağını kaldırdı Osman Efendi. İçinden fışkıran ışık gözlerini kör edecek gibi yüzüne vurdu. “Kraliçe Sofya”nın sırlı sandukasını tanıdı fakat onun burada işi neydi! Sol koltuğunun altına sıkıştırdığı gizemli kitabı eline aldı Osman Efendi. Kitabı tam ortasından ikiye açtı. O anda uzaktan bir gıcırtı duyup içi ürperdi, avuçlarının içinde açık duran kitap oynayıp ışığın üzerine gitti hafifçe yukarı kalkmaya başlayıp sandukanın içine doğru aşağıya indi, kitap indikçe ışık azaldı ve söndü. O anda güçlü bir gürültü duydu, yer çatırdıyor ve titriyordu. Zelzele diye bağırdı. Gözlerini kapayıp dua etmeye başladı. Korkudan bayılacak kadar içi boşalmıştı. Emekleyerek kendini dışarıya attığında tam önünden yeşil cübbesinin etekleri güçlü bir fırtınayla uçuşan Mihmandâr’ı kalıntıların arasından arkası dönük yürürken gördü. Tık nefes kalmıştı ama arkasından haykıracak gücü toplayıp bağırdı. Mihmandâr kafasını hafifçe sağına çevirdiğinde yandan bembeyaz ve göğsüne kadar uzanan sakallarını gördü. Mihmandâr’ın sakalları beyaz değildi ama nihâyet onun kim olduğunu anlamıştı. Gittikçe uzaklaşarak yarılan göğe doğru yükseldi, yeşil cübbesi havayla dolarak. Osman Efendi bahçeden dışarı doğru koştuğunda etraftaki bütün evlerin yerle bir olduğunu gördü. Arkasına korkuyla döndü, Ayasofya dimdik ayakta duruyordu. Sultanahmet de öyle ve tabii ki diğerleri de. İstanbul’u İstanbul yapan her şey yerli yerindeydi. Kitabı gerçek sahibi Kraliçe Sofya’ya, İstanbul’u Hızır’a emanet etmişti, Hızır’ı da rüyâlarına! İçi rahatlayarak ellerini göğe kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım bu şehri kurtaran ve koruyanlar için sana hamd olsun.”   Hâtime (İstanbul’un Dilinden) Cennetin en müstesnâ köşesinden bir manzara olan gerdanıma sıra sıra dizilmiş köşkler, yalılar, saraylar görülmeye kesinlikle değer. Ama beni daha çok değerli kılan insanların bende bıraktığı mâneviyat saraylarıdır. Topkapı Sarayı’ndan beni seyreden birisi murassa bir sarayın içinden maneviyata açılan bir pencerenin arkasındadır. Bir elif gibi Allah’ın varlığına ve birliğine şehâdet eden minâreler şehrin her bir yanında gök kubbeye ebedî yükselir. Güneşte parıl parıl parlayan câmilerin kubbeleri nûr ile yapılmıştır aslında. Sokakların arasında gezerken bende doğmasa bile bende Allah’ına kavuşan evliyaların türbelerine rast gelirsiniz, işte o zaman dualarınızı sakın esirgemeyin. Maneviyat sarayımın sırça köşkleri işte bu türbelerdir. Gece olup da yastığa başımı yumuşakça koyduğumda dağlanmış yüreğimi engin ve serin ovalara salmak isterim. Yorgun bir çınara yaslanıp Eyüp sırtlarında, Altın Boynuz’da yüzdürürüm yelkenleri alev alev gemilerimi. Piyer Loti’den hazin bir bakış olur gözlerimde manzarası hasretin. Hasretim perçinlenir şehrin rûhuna. Bende mâneviyat eksildikçe hüzünlenirim. Eyüp’ün mahrem sırtlarında gezinirken aklım, gönlümü Süleymaniye alır gider; hasretimi büyütürken günler, vuslatı rüyâlara bırakırım. Hiç rüyâ görmedim mi? Oysaki rüyânın kendisiyim ben. Rüyâ; bir gün İki Cihan Serveri’nin mübarek ağzından dökülen hadisteki ismimdi. Rüyâ; hadisteki şerefe nail olmak isteyen ihtiyar peygamber dostu Eyüb El-Ensârî’nin bana sevgiliden selam getirmesiydi. Rüyâ; bana gelip de hadisteki şerefe nail olan cihan padişahı Fatih’ti. Onun mübarek ve muzaffer askeriydi. Rüyâ; Allah’a inancını dünya varlığına, şâna, şöhrete değişmeyen azizlerin ejderhayla çetin mücadelesiydi.Ve Aya Sofya… Ezan sesi ilk defa bu ilâhi yapıdan göğe yükseldiğinde heyecandan titredim. Aya Sofya gerçeğini arayan bir derviş gibi yana yakıla sahibini aradı. Hep ona hazırlandı. Vuslat günü öyle bir bayramdı ki üç yüz bin senedir tatmadığım duyguların bin mislini o gün tattım. Çeşmelerimden su yerine hep şerbet aktı. İstanbul fatihine kavuşmuştu. Akşemseddin’in ardı sıra surda açılan gedikten muzaffer bir şekilde içeri girdi ve beyaz atından indi Aya Sofya’nın önünde. Zafer Marşları çalıyordu Mehterân. Ve Aya Sofya… Evet, Aya Sofya benim kalbimdir. Yüreğim tam da orada atıyor! Devâsâ kubbesinde peygamber tükürüğü ve zemzem, yaşamam için elzem… Ve biliyor musunuz, beni koruyan ve kollayan bir kurtarıcım var! İstanbul fethedilirken Kasımpaşa sırtlarında gemileri kızaklara çeken askerlere yardım eden, surları yıkıp burçlara bayrak diken, yoksulların yardımcısı, yetimlerin babası, kötülüklerin düşmanı… Çoğu zaman Aya Sofya da top kandilin altında namaza duran, Atik Ali Paşa’da, Atik Valide Câmii’nde ve daha pek çok mekânımda beni yalnız bırakmayan, tebdil-i kıyafet farklı sûretlerde insanlara yol ve yön gösteren, ledünnî ilimlerin efendisi, meçhûlün sevgilisi ve bu şehrin hâmisi: HIZIR. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s