“Genç adam, düşün! Evvelâ insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!”
Necip Fazıl Kısakürek
Belki on beş sene önce bir gün… Herhangi biri için sıradan bir gündü ama benim için hiç de öyle sayılmazdı. Çünkü bir milleti; tam da çürümeye yüz tutmuş ve cıvataları gevşemiş -ha koptu ha kopacak- bir haldeyken, usta bir mühendis gibi tahlil edip fikirleriyle nakış nakış ve aksiyonuyla ilmek ilmek işlemiş o büyük mütefekkir ile tanışma şerefine erişmiştim. Hem de ummadığım bir yerde fakat tam da zamanında. Belki defalarca geçip de içi boş bir konserve kutusu gibi gezdirdiğim kafamı, nasılsa Eyüp’ten Piyer Loti’ye çıkarken bir denizaltı dürbünü gibi kaldırmış etrafı seyreyleyerek yürüyordum. Sağlı sollu ve sıra sıra binlerce mezar taşının arasından işlenmemiş bir mermer levha gibi donuk, esmekte olan bahar rüzgârının serinliği ve mezarın ürkütücülüğüyle beraber geçiyordum. Eyüp Camii’nin hemen yanı başından Piyer Loti tepesinin sırtında bir inci kolye gibi yükselen merdivenlerin ilk basamağından yorulup biraz dinlenmek için soluklandığım basamağa ve oturduğum taş duvara kadar her şey olağanlık dairesindeydi. Tam karşımda yaklaşık iki metre yüksekliğinde bir taş duvarın arasından bir-bir buçuk metre genişliğinde bir merdiven mezarlığın içine doğru yükseliyor, daha tepelerde servi ağaçlarının altında gölgelenen yine dizi dizi yüzlerce mezar taşı gözlüyordum. Buradan belki elli defa kör bir adam gibi geçip gitmişim. Tam karşımda etrafı demir parmaklıklarla çevrilmiş, gözleri gören birinin rahatlıkla okuyabileceği kadar büyük bir mermer levhası olan kabristan dikkatimi çekmişti. Burasının sıradan birine ait olmadığı apaçık belliydi de onu görebilmek ve onunla tanışabilmek muhakkak ki Yüce Rabb’imin takdirindeydi. Levhanın üzerinde sıradan bir mezardaki gibi matbaa harfleriyle yazılmış bir isim değil de el yazısıyla yazılmış ve taşa oyulmuş bir isim vardı: Necip Fazıl.
Fikrimce biriyle tanışmak için onun ismini her hangi bir yerde duymak ya da okumak kâfidir. Üstad beklemediğim bir anda bana selam vermiş, ben de selamına ruhuna okuduğum bir Fatiha ile cevap vermiştim. Lisede okuyan biri için Necip Fazıl eğer edebiyata ilgisi varsa yabancı bir isim değildir elbette. Edebiyat derslerinde öğretmenlerin bu büyük isim üzerinde fazla durmadığı da bir gerçek! Çünkü o güne kadar birkaç şiiri dışında yazdıklarını, derslerde adı geçen diğer şairler gibi kendisini merak etmemiştim. Aslında merak etme dediğimiz şey de pek tabii olarak tek taraflı bir olgu değil. Merak etmeden önce merak ettirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu noktada biraz da edebiyat öğretmenlerini suçlamış olacağımı inkâr etmemekle birlikte hepsini de bu iddiamın altında ezip geçmek istemem. Gelelim Üstad ile tanışmamdan sonrasına. Ben o günü kendime bir milat olarak kabul eder, gençliğimin artık bir yetişkin olma noktasındaki nirengi taşı sayarım. Tevafuk o ki; çok değil aradan bir hafta geçmeden çok sevdiğim bir tanıdığım İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin o günlerde bastırdığı ve ücretsiz olarak dağıtılan Üstad’ın Çile’sini bana hediye olarak verdi. Beyazıt’ta dağıtıyorlarmış, iki tane alabilmiş. Biri tabii ki kendi için diğeriyse edebiyat ile yakından ilgili olduğumu bildiğinden benim için. Kendisine nasıl teşekkür edeceğimi bilememiştim. Hala da bu nedenden dolayı ona minnettarım. Hemen eve gidip sayfa sayfa dikkatle ve tekrar tekrar zevkle okuyacaktım Çile’yi. Üstad ile tanışmam ile bir Çile’m olması arasında geçen kısa sürede ansiklopedilerden, internetten onunla ilgili bilgiler toplamaya başlamıştım. Yukarıda biriyle tanışmak için onun ismini her hangi bir yerde duymak ya da okumanın yeterli olacağını söylemiştim, şunu da eklemek istiyorum ki biriyle tanışmak onu tanımak için yeterli değildir. İsmini duyduğun kişiyi merak etmiyorsan mezar taşında gün be gün ismi solan biri kadar bile sende yeri yoktur. Her şey merakla başlıyor insanda ve merakları düşünmekle ışık çakıyor zekâsına.
Çile’yi okuduktan sonra artık kafamda yepyeni bir Necip Fazıl doğmuştu, güneş gibi. O genç yaşımda fikirlerim öyleydi ki; işlem görmemiş mermer, yontulmamış odun ve kontağı çevrilmemiş makine… Fikrim ilk ince işçiliği – çok şükür ki – Necip Fazıl gibi bir ustadan gördü. Zihnime zorla sokulmuş safsatalar ve ezberletilmiş saçmalıklar; yüzüme takılmış çirkin maske ve damarlarıma zerk edilmiş zehir hepsinden ama hepsinden kurtuldum sayesinde. Bütün bu başımdaki kara bulutların çekilmesi için bulutların perdelediği güneşten sızan küçücük bir ışık huzmesi bana yeter de artarmış meğer. O bulutlar, o bulutlar ki güneş ışıklarına geçit vermemek için kendilerince onu balçıkça sıvamışlar da o ışığın bana gelmesine yine de engel olamamışlar. Meğerse biz başkalarının istediği gibi bize biçilen o en basit rol dairesinde yaşıyor, daha doğrusu yaşatılıyormuşuz. İstikbalimiz kaba ve softa bir kuklacının elinde, bütün uzuvlarımız istavroza tutturulmuş iplerle onun istediği yöne hareket ettiriliyormuş. Kuklalar düşünmez, düşünemez düsturunca kuklacının iradesi ve idaresinde bir güruh, Türk Gençliği!
Ne yazık ki ben de paslanmış fikrim, çürümüş zekâm ve engellenen muhayyilem ile o güruhun istenilen ideal bir parçası haline gelmiştim, getirilmiştim. Gösterilen istikamet sahte kahramanlar, ahlak yoksunu taklitçiler, sözde ilim adamları ve ruhunu maddeye teslim etmiş müstemleke şahsiyetlerin istikametiydi. Bir müddet onların arkalarından gidip sonraları geriye düşmüş en sonunda ise sürüden ayrılmıştık, çok şükür. Bir vesile, bir vesile ki kendini hiç olmadığın kadar şanslı hissedersin. Gözlerin yirmili yaşlara bir-iki bilemedin üç varken yeni doğmuş bir çocuk gibi açılmamıştır daha. Öyle şanslısındır ki gözlerini açıp da sahte olmayan aksine senin için hiç olmadığı kadar gerçek bir dünyaya bütün inancınla merhaba demişsindir. Aslında yeni ya da yeniden doğmuşsundur. İmanının her bir zerresi damarlarına sükûn etmiş, kanın kaynamaktadır. Nasıl şanslı olmayacaksın ki sana ninniler söyleyip en az kuklaları kadar sahte bir kuklacı tarafından uyutulmuyorsundur artık. Bütün bu sebep-sonuç ilişkileri içerisinde bir suçlu aramaktan ziyade kurtuluş yolları aramak şiarıyla çokça çalışmak, imanın bir gereği olarak şeksiz inanmak, kendi iradenle sahip olduğun akıl ve fikrinin yolundan ayrılmamak gerektiğini adın gibi biliyorsun, sayesinde. Biliyorsun çünkü ilk derecede elinde kitapların en mukaddesi Kur’an, ikinci derecede rehberlerin en sevgilisi Peygamber – o ki Kâinatın Efendisi ve İnsanlığın Ufku – ve son derecede onun yolundan gidip ruhu sonsuz nurun aynasında arınmış inanmışlar ordusu var. Biz ise istikameti hakikat olan bu ordunun en rütbesiz, en aşağı ve en son safında bir nefer fakat bu mertebesizliğinden gurur duyan mütedeyyinleriz. Gurur duyuyoruz çünkü kaçan bir trenin ardından gözyaşları boğazına düğümlenmiş, maddenin esaretine yenik düşmüş; kuklacının elinde en kukla, varlığından bihaber yaşayan sahte adamlar değiliz. Kim bilir belki de şimdilik sessiz sedasız yol alan bu geminin son yolcularıyız. Bizimle aynı safta olduğunu söyleyen sana hakikatin yolunu gösteren, aziz varlığın aziz aynası olan fikri miras bırakan, kuklacının maskesini düşüren, batılın düşmanı ve Hakk dostunun dostu Necip Fazıl’ın var, uyan! Uyan ve korkma! Korkma ve düşün!
Çile’yi okuduğum o günlerde her sayfasında Necip Fazıl’a olan hayranlığım katlanarak çoğalmaktaydı. Çevremdekilere şiddetle onu okumalarını salık veriyordum. Deri kaplı özel bir defterim vardı, belki ortanın sonundan beri o deftere kendimce şiirler yazıyordum. Bu defterin varlığından kimsenin haberi yoktu bu yazıyı yazana kadar. Kuvvetle ihtimal annem evde yasak bir kitap gibi sakladığım yerde onu görmüştür, belki okumuştur, bilemiyorum. Çile’yi bitirir bitirmez o defteri yaktım. Necip Fazıl bende öyle müspet hisler uyandırdı ki belli bir süre kendime yabancı biri gibi yaşadım. Bu aslında kendime rüc’u edişim değil de bizzat özüme dönüşümmüş meğer. Her değişim biraz sancılıdır, her dönüşüm sarsıntılı. Bir iki yıl boyunca bulabildiğim kadarıyla okuldan, halk kütüphanesinden Necip Fazıl’ı okudum. İtiraf edeyim defterimi yaktığım günden beri de yazdığım şiirlerimde onu taklit ediyorum. Her zaman çalışma masamın yanındaki duvarda Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabesi” vardı, hiç olmazsa haftada bir kez karşısına geçip yüksek sesle okurdum. Okurdum ki beni fikrim, inancım, muhayyilem yolunda engellemeye çalışanların varlığının hep bilincinde olayım, ne yapacağımı ve yapmayacağımı bileyim.
“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es…”
Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde bizden şöyle bahsediyordu:
“Ortada görünmeyen bir genç var… Şu veya bu vilâyet lisesini tamamladıktan sonra, üzerinde acemi terzi elinden çıkmış soluk ve buruşuk bir ceket ve pantolon, çekingen ve kaygılı, yılgın ve kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, sokaklardan kırgın kırgın ve hep yere bakarak geçen genç adam…”
Evet, o görünmeyen gencin ta kendisi bizdik. Hani “dikkatle bakarsanız, onu, Firavunun ehramına taş taşıyan bir esir san”acağınız genç adam. Onlar ki “bu vatanın sahibidir.” Her ne kadar farklı istikametlere çekilmeye çalışılsalar da onlar “sadece bir bünye sırriyle ayakta kalabilmekte”dir. Onlar “olma ve oldurulma yolundadır.” Bizler o yolda mıyız bilemiyorum ama en azından kimilerinin göremedikleri ya da görmek istemediklerinin farkında olan gençleriz. Kahpe rüzgâr ne yandan eserse essin, biz bir o yana bir bu yana savrulmayacak kadar yere sağlam basıyor, kökleri mazide dalları gökyüzüne uzanan bir ağaç gibi ayakta duruyoruz, dimdik. En azından “eski sıpaların yerini” alan “yeni cins küheylan yavruları”yız. Aslında yaşadığımız dönem Necip Fazıl’ınkinden pek de farklı sayılmaz. Aynı sahne halen olduğu gibi kurulu duruyor, sadece oyuncular değişmiş ve roller aynı. Her hafta cumartesi günleri Star gazetesi Büyük Doğu Mecmuası’nın eski sayılarını tıpkıbasım olarak yayınlıyor, bilmiyorum kaç kişi alıp da okuyor ama ben okuduğumda o günlerde sanki bugünleri de görüyorum. Bir-iki ufak değişiklik dışında o günden bugüne değişen takvim yapraklarındaki tarihler sadece. Ama şunu da kaygıyla söylemek zorundayım ki Necip Fazıl gibi en azından belli bir kitleye yön veren, fersah fersah uçsuz bucaksız okyanus ötesi iklimlerden baharı devşirip soframıza koyan, fikirleriyle fikirlerimize yepyeni ufuklar katan bir şair, bir yazar, bir dava adamı, bir mütefekkir maalesef yok. Sanki herkes kabuğuna çekilmiş de üzerimize bir dev edasıyla gelen cüceye dur demiyor, diyemiyor. Hani kabuğundan çıkıp da etrafa şöyle bir bakıverse bunca gürültü ve patırtıyı çıkaran cücenin üstüne çullanıp, onu bastıracak cesareti kendisinde hazırda bulacak. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zihniyetiyle ancak kaba softa ve ham yobazların elinde kukla olunacağı aşikâr. Bir türlü idaren onların eline geçtiyse de bari iradeni verme! Hala her türlü sahteliğin karşısında bütünüyle gerçek, saf ve duru, ufku açık ve geniş, cesaretini hâlihazırda içinde barındıran fakat hala uyuyan bir gençlik var. Üstad diyor ki “Evvelâ insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!
Ne duruyorsun “Genç adam, düşün!”